İlhami Algör ile yeni müşerref oldum ben. Müzeyyen’i, Nezahat’i, Biricik’i peş peşe okudum. Elimden düşüremeden hem de. Kullandığı dile bayıldım. İnsanı sarıp sarmalayan bir üslübu var. Genellemeyim belki sizi sarıp sarmalamaz ama beni sardı. Dilinin bir tınısı, ahengi, melodisi var sanki. Şu feminist tayfanın kafayı taktığı “eril dil” dedikleri şey bu mu bilmem ama, kahramanlarına argo kullandırmaktan da, küfür ettirmekten de kaçınmıyor. Benim de günlük hayatta, kendimi rahat hissettiğim insanların yanında sık sık kullandığım “lan, ulan” kelimelerine de bolca rastlanıyor. Fakat sanılmasın ki hikayelerinin erkek kahramanları -ki hiç de kahraman sayılmazlar- öyle maço, kadın ezen, kadını aşağılayan, kodu mu oturtan tipler değiller.
Müzeyyen’deki adamı ele alırsak mesela(niye ele alıyorsam); hayta, serseri, mesleğini bile yapamamış, başarısız, beceriksiz, neye başlamışsa yarım bırakmış, naif, aşık, hep bir eksiklik hisseden, bu eksikliği Müzeyyen ile dolduracağı vehmine kapılan, bu vehim ile yanılan salağın tekidir. Esasında film montajcısıdır kendisi ama patron tarafından kapı gösterilince kafayı yazmaya takmıştır. Yazdığı hikayeye göre adam, kadını çok seviyordur, sevdikçe ruhu büyüyüp eve sığmıyordur, sığmayınca evden çıkıp avare avare dolaşıp günün hikayesini oluşturuyor, eve gelip hikayeyi kadına ulaştırıyor, ardından yine çıkıyor, gece gelip kadının koynuna sokuluyor, sonra yine kadın uyanmadan evden çıkıp, sokaklarda avare avare dolaşıp….. Burada diyor ki;
“Hikaye, Arap’ın yalellisi gibi uzarken, bir yerlerde ‘çıt’ ediyordu.”
Müzeyyen de kocasını trafik kazasında kaybetmiş bir kadındır, bir de küçük kızı vardır. Bizim hayta ile aynı evi paylaşmaktadırlar. Hikayenin omurgasında esas oğlan dediğimiz hayta ilişkilerindeki “çıt” ı aramaktadır. “Çıt” ın sebebini.
“Ne olmuştu da ‘Seninle dünyanın her yerine gelirim’ diyen Müzeyyen, durduğu yerden gitmelere başlamıştı.”
Kafayı taktığı şey budur işte. İlişkilerinin bittiğini hisseden, bu hissi bir türlü kabul etmek istemeyen her adem oğlu gibi “Çıt” sesini farklı tevillere girişecek, sonunda da ne olduğunu anlayacaktır.
Ben bu hikayede Müzeyyen olurdum olsam olsam demiştim okuyup bitirince. Bizim buralarda bir tabir vardır; “Amma bi etmiş”. Oh olsun falan anlamında kullanılır. Bu hikayede de Müzeyyen amma bi etmişti oh olsundu. 🙂 Çünkü aslında
“Herif rüzgarı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra telleri takılır gibi kadına geliyor”dur.
Bizim hayta bu görüşe itiraz eder;
“Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku.”
Müzeyyen cevap verir;
“Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku.”
Kitapta kahramanımız -aman ne kahraman- kapı dilleri ile konuşmaktadır. Ben en çok bu bölümlere ve ufaklık ile konuşurkenki haline bayıldım. “Canımın içi, güzelim” diyor ya çok tatlı oluyor orda 🙂 Böyle kızdığıma da bakmayın çok sevdim esasında pek tabi serseri kahramanımızı, keratayı.
Kitap incecik ama içerisinde düşündürücü, altı çizilesi pek çok cümle barındırıyor. Mesela;
“Beni her yoğuruşunda, sırtüstü yatıp karnını açan kedi yavruları gibi, teslim ve mest oluyordum. Birlikte tüy gibi havalanıyor, yükseliyor, oralardan ok gibi inip, zıpkın gibi saplanıyor, çapkın, şakacı, çocuk yunuslar gibi dibe iniyor, dipte yılan balıklarına dönüşüp kıvrılıyor, sonra toprağı delip, köpüklü dalgalara bakan yamaçlarda rüzgara çıkıyor, yeşil ve taze, kendimize ve birbirimize dolanıp yükseliyor, dallanıyor, açıyor ve… ve tekrar, ve tekrar, yaprak, polen, böcek olarak dökülüyorduk.”
“Ya sevmenin kendisini ya da seven hali ile kendini seviyor.”
“Seninki, tribünler kendi ile dolu iken tribünlere oynuyor. Seninki oynuyor moruk. ‘Bende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var’ı oynuyor.”
“Ben sözlerden değil, bakışlardan tırsardım. Bakışların arkalarını sezer, sezgilerim doğrulanana kadarmecburen bekler, beklerken kafayı yerdim.”
“Bizim de buralarda kadınlarımız, icabında ayıp, yasak, günah üçgeninde sıkıştırılmış vazıyetteydiler ama, Müzeyyen bu üçgeni yırtmış, yırtarken kendi kendine bir şeytan üçgeni yaratmış, arada bir, üçgenin kuyuya benzeyen ağzından geyik bakışıyla bakıp dururuyordu.”
“Aslında tam diye bir şey yoktur,” dedim, “her tam, bir üst yarımın alt basamağıdır. Yani yarım da bir bütündür.”
Daha da bir sürü çizmişim, karalamışım, resim yapmışım kitaba. Kıymışım ki hiç adetim değildir. Ama buraya yazmaya üşendim şu an. Alın okuyun seversiniz. Filmi de varmış ama pek beğenilmemiş sanırım. Bu sebepten ben izlemeyeceğim…
Kitabı okuyunca şu fotoğrafı çektirmiştik Eylül ile, instagramdan bakabilirsiniz. https://instagram.com/p/663ss0SGQ2/
Bir de kitap kapağında Sadri Alışık’ın işi ne derseniz arka kapak yazısına göz atmanız yeterli.
“Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün kızılderilileri yenilir, Spartakus kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri’ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri’nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine.”
Ha bu arada bir rivayete göre ilk baskıda kitap “belki bitmemiştir.” cümlesi ile bitiyormus. Sonra değiştirmiş yazar. Ben son halini tuttum; “bitse ne olur, bitmese ne?”