Yazmaya dair

Eskiden hayatımda öncelik haline getirmeye çalıştığım yazma eylemine dair yazmak istedim. Pek çok yazar iyi yazmanın yetenekle birlikte yazmaya zaman ayırma ve düzenli olarak yazarak kabil olduğunu söylüyorlar. Kim olduğunu hatırlamıyorum ama vücudumuzdaki kaslara benzetmişti hatta biri; nasıl ki kaslar çalıştırılarak geliştirilebiliyorsa, iyi yazmak için de düzenli olarak yazma gereğinden söz etmişti.

Bu blogda aktif olduğum dönemlerde, sonrasında çeşitli dergilerde kitap değerlendirmeleri, tanıtımları ve hatta öyküler yazdığım dönemlerde yazmanın bana verdiği hazzı hatırladım birden. Bu hazdan hangi ara neden vazgeçtim ben de bilmiyorum. İnsan hazdan neden vazgeçer? Benim en büyük problemim, eleştirilmekten korkmak olmuştu sanıyorum, başka bir deyişle beğenilmemek. Çocukluktan yetişkinliğe ustaca taşıdığım özgüven eksikliği belki… Çocukluğumda takdir edilip beğenilmek, makbul bir öğrenci olma amacı eğitim hayatımın özetini oluşturabilir. Peki nasıl oluyor da yetişkinliğe de bütün bu özellikleri taşıyabiliyorum? Hangi mecrada olursa olsun anlatmak istediklerimi yazarken öncelikle “başkaları okuyunca ne düşünür?” fikri ön planda oluyor ve bu da ister istemez bir otosansür uygulamaya itiyor beni. Bu otosansür de zamanla, istediklerimi istediğim şekilde yazamayacaksam neden yazayıma dönüştü muhtemelen. Ve sonuç yazmaktan, hazdan vazgeçiş…

Bir de depreşme diyelim adına; o depreşme günlük yazmaktan alıkoyan şeylerden biri beni. Mesela birkaç gün önce pandeminin başında, 3 yıl önce yaşadıklarımı yazdığım bir instagram gönderimi beğenmiş bir takipçim. Dönüp okuduğumda, o dönem ne hissettiysem yeniden depreştiğini fark ettim. Hatta ağladım biraz, en yakınıma bak ben neler neler hissetmişim de kimler buna sebep olmuş diye ekran görüntüsü bile yolladım. Amacım beni görmesiydi… Görülmedim ve hatta üstüne bu konuları yeniden açtığım için suçlandım. Oysa kendime yakın bulduğum bir başka insan acımı göremeyecekse neden var? Hiçbir otosansür uygulamadan yazdığım bu paragraf kim bilir nerelere gidip nelere sebep olacak… Olsun varsın.

Her şeye rağmen yazmak güzel… Bir de şarkı ekliyorum en tepeye, ne zaman denk gelsem beni gülümseten bir şarkı… Epeydir dinlememiştim, sahi ne zaman başladı bu yıldızlı gökler dönmeye?

Müzik, İzdüşüm içinde yayınlandı | , ile etiketlendi | 2 Yorum

Belki De Dünyanın Sonundayım

Yavuz Ekinci de bu yıl ilk kez okuduğum ve kalemini çok severek okumaya devam edeceğim yazarlar arasına girdi. Okuma kulüplerinin insana kattığı en güzel şey belki de ilgi duymayıp okumayacağı yazarlarla tanışmasına vesile olması. Bu kitap ve yazarla da yazarıyla konuşanlar okuma kulübü vesilesi ile tanışmış oldum.

Hüseyinoğulları isimli kurgu bir imparatorlukta baba ile oğul ve kardeşler arasında geçen saltanat kavgaları temelinde ilerliyor hikaye. Adını kitabın sonunda yer alan, Rimbaud’nun bir mısraından alan “Gül, Lale, Sümbül, Karanfil, Zambak” adlı beş bölümden oluşan roman, bir şehzadenin tahta çıkışını konu ediniyor.  Padişahın ölüm haberini alan “çelimsiz, şair ruhlu ve aşık” olarak tanımlanan şehzade, aşık olduğu kadın Anelya’yı korumak için saltanat kavgasına dahil olur. Bir yanıyla hem babasının ölüm haberinin gerçekliğinden, bunun kendisine kurulan bir tuzak olmasından kuşku duyar hem de bu haberin gerçek olabileceği ihtimalini düşünerek kardeşleriyle rekabete girişir. Ölüm ile hayat, sevgi ile nefret, cesaret ve korku, affetme ve intikam, savaş ve barış… İç içe geçmiş zıt duygular çok güzel anlatılmış. Ben en çok şehzade taht savaşında kardeşini öldürmekten vazgeçtiğinde ferahlamıştım okurken, tabi ki bu kararda da uzun süre kalamadı maalesef. En sonunda yaşadığı hayal kırıklığı ve belki de insanın hep kendi kendisine sorduğu soru beni bir süre kitabın etkisinde bıraktı; “Beni kim hatırlayacak?”

“Şehzade Musa ağzındaki eti çiğneyip oynayan enikleri göstererek, ‘Bak, kardeşlik ne kadar güzel!’ dedi. Savaşı kaybettiğimi, oğullarımın boğdurulduğunu ve başka bir erkeğin Anelya’yı kollarına aldığını, onu öpüp kokladığını, ona dokunduğunu düşündüm. Öfkeyle yerimden kalktım ve elimdeki kemiği eniklerin önüne fırlattım. ‘Kardeşlik güzeldir, ta ki ortaya kemik atılıncaya dek,’ deyip yağlı kemendi Şehzade Musa’nın boyuna geçirdim.” (s.116)

“Halk, ekmeğini verene kuyruk sallayan bir köpek gibidir. Halkın bir hafızası, bir adalet duygusu yoktur. Güce tapar. Korktuğuna biat eder.” (s.120)

Okudukça içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Diğer Ev ve Ecel Çiçekleri

Geçtiğimiz haftalarda okuduğum iki kitap Diğer Ev ve Ecel Çiçekleri. Her iki yazarı da ilk kez okudum.

Diğer Ev bir gel-git alanının yakınındaki evlerinin hemen yanına sanatçıları konuk etmek için inşa ettikleri “diğer ev” de bir ressamı konuk eden kadının hislerini anlatıyor. Olaylardan çok düşünceler ve duygular yoğun olarak anlatılmış. Bu yüzden belki ince de olsa hızla okuyamadım. Kadınlığın çeşitli hallerine-ergenlik, annelik, aşk, yaşlılık,  yalnızlık, olumsuz beden algısı, eşlik, beğenilme, görülme arzusu vs.- dair duygular güzel anlatılmış, zaman zaman bu duygularla özdeşleştiğim, altını çizdiğim oldu. Fakat çok da bayıldım diyemem kitaba. Ben de bir gel-git yaşadım, kitabı sevip sevmeme arasında… Okuyangüzel kitap kulübu kadınları ile konuşurken kitabı orijinal dilinden okuyan arkadaş son sayfasını bizimle paylaştı. O bölümde yazarın kitabı nasıl kurguladığı anlatılmış aslında, fakat  nedense çeviriye son sayfayı almamış yayınevi. Bunun sebebini merak ediyorum çünkü o sayfa ile havada kalan pek çok nokta yerine oturuyor. Kitapta ilginç bulduğum bir nokta da pandemiye, kapanmalara dair göndermeler oldu. Bu konuyu ilk ne zaman okuyacağımı merak ediyordum şahsen. Benim için ilk oldu. (Kitap 2021’de yazılmış, pandemi, karantina ve şehirler arası ulaşım kısıtlamalarına  değinilmiş.)

Polisiye okumayı sevmem sanıyordum ama Ecel Çiçekleri fikrimi değiştirdi. Elçin Poyrazlar ilk kez okuduğum bir yazar. Kalemini sevdim. Hikaye kadın cinayetlerinin faillerinden intikam alan seri katiller üzerine kurgulanmış, hatta maktul isimleri gerçek cinayetlerden alıntılanarak oluşturulmuş. Bu seri cinayetleri çözmeye çalışan kadın polis Suat Zamir’in yeni maceralarını da okumak isterim. Ahmet Ümit’in Başkomiser Nevzat’ı gibi yeni kitaplarda da görsek Suat’ı ne güzel olur! Yazar ile Yazariylakonusanlar kitap kulübü sayesinde tanışma fırsatı bulduk. Özellikle feminizm hakkında kendisine dair dile getirdikleri ilgimi çekti ve yakın hissettirdi. Takip edeceğim bir kadın yazar keşfetmekten dolayı mutluyum.

Okudukça içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Çıtırtı

Hayatın belli kırılma anları vardır. Son birkaç seneyi düşününce benim hayatımda da bu anlardan birkaç kez oldu. Tamamına yakını sağlık sorunlarıyla, olası kötü sonuçlara ilişkin kaygılarla ilgiliydi. Hemen hemen hepsi korkumun ötesinde neticelendi çok şükür. Neticelenmeyenler için de umutlu olmayı öğrendim.

İki hafta önce yaşadığım şiddetli bel ağrısı da bu çıtırtılardan biri oldu. Konulan teşhis bel fıtığı, düzleşme ve anlamadığımız bir sürü latince kelimeden oluşuyordu. Çok insanda var bel fıtığı, ameliyat olup iyileşiyorlar diye düşündüm önce. Ne var ki benim belimde yer alan fıtık konum itibarıyla ameliyat edilebilecek bir noktada değilmiş. Peki ne olacak? sorusunun cevabı benim için hiç de iç açıcı olmadı. Bundan sonra hareketlerimi kısıtlamam gerekecek, fizik tedavi olacağım, hissettiğim ağrılar tam anlamıyla geçmeyecek ve bu “patlayan” fıtık ilerlerse mesane kontrolümü etkileyebilecek, bacaklarımda felç etkisi oluşturabilecek(Allah korusun). İlerletmemeye bak dedi doktor kısaca. Bu haber önce beni derin bir umutsuzluğa sevk etti. Başı ağrısa acaba kanser mi oldum endişesiyle google’a sarılan kişilerden biri olarak bu kez olmayacak olanı değil olabilecek olanı duymak sarsıcıydı. Fakat sonra sonra bir rahatlama geldi üzerime. Şöyle ki eğer bir gün bahsettikleri noktaya ilerleyeceksem şimdinin kıymetini bilmem gerektiğinin idrakına vardım. Her sabah uyandığımda şükretmeye ve sağlıkla geçireceğim bir gün daha olduğu inancına sarılmaya başladım. Bu da insana inanılmaz bir huzur veriyor. Her çıtırtı olumsuz neticelenmiyor. Yaşamak güzel şey!

Bel fıtığı olan insanlara doktorların ilk tavsiyesi kilo vermek oluyor. Doktor benim kilolu olduğuma ikna olmasa da ben en az 5 kilo vermeyi hedefledim. Çünkü vücutta yer alan bir kiloluk ağırlığın bele etkisi üç kilo kadar oluyormuş. Bu sebeple if diyeti olarak da tabir edilen aralıklı oruca başladım. Akşam 18:00 itibarıyla yemek yemeyi bırakıp sabah 10:30 civarına kadar her hangi bir şey yemiyorum. İlk hafta itibarıyla yaklaşık 1 kilo civarında bir değişim gözlemledim vücudumda. Bakalım devam edecek mi bu değişim? Bu diyetin akşam yemeği saatlerini sabitleme konusunda da olumlu bir etkisi oldu evde.

Cemreler peş peşe düştüler, hava da hafif hafif ılımaya başladı sanki. Balkonda kutusunda duran kuru soğanlar birer ikişer yeşillenmeye başladı. Doğa yeninden uyanıyor. Bu yeniden uyanışa bir sene daha şahit olabildiğime şükrediyorum. Aa evet şimdi hatırladım, bu yazıyı yazmamın sebebi buydu benim; son günlerde şükrettiğim şeyler!

Dün eşimin telefonundaki son aradığı numaralarda yoğurt mayalamak için aradığımız sütçüyü nasıl kaydettiğini gördüm; “Özcan BABAMIN SÜT ALDIĞI”. İki sene önce babasını kaybetti ve benim babamı “babam” diye kaydetmesi beni inanılmaz duygulandırdı hatta gözlerim doldu. Çünkü daha birkaç gün evvel bana, babana sarıl sarılabildiğin kadar sonra istesen de bulunmuyor, demişti. Sadece bu da değil, ben onun ebeveynlerinden iyelik ekiyle hiç bahsetmedim, bahsedebileceğimi de sanmıyorum. Demek ki benim ailem ona kendi ailesi gibi hissettirebilmiş, benim hissedemediğim bir şey, neyse bu kısmı geçelim. Onun adına çok mutlu hissettim.

Bir de okul var; bunca senelik öğretmenim beni ani yapılan toplantılar kadar geren başka bir şey yoktu. Yeni başladığım okulda okul müdürü plansız bir toplantı çağrısında bulundu. İnsanlar neşe içinde katıldılar toplantıya. Benim travmalarım birer ikişer tetiklendi oysa, ne hakkında konuşulacağını benim dışımda stresle bekleyen yoktu… Gerilmemi gerektirecek bir konu konuşulmayacağından emin olmama rağmen huzursuzlandım, kalp atışlarım hızlandı. Hayat yordu bizi diyoruz ya aslında yoran hayat değil, egoist insanlar. Senelerin üstüme yüklediği yükleri bir çırpıda bırakamayacağımı biliyorum ama böyle bir ortamda buna yavaş yavaş uyumlanacağıma inanıyorum.

Mutluluk veren sebeplere şöyle bir dönüp bakınca hiçbirinin maddi kaynaklı olmadığını görüyorum. Küçük şeylerle sevinen, yokluklar içindeki varlıkları görüp şükreden kalbimi değiştirmemesi için Allah’a dua ediyorum. Şimdilik benden bu kadar sevgili günlük. 🙂

İzdüşüm içinde yayınlandı | ile etiketlendi | Yorum bırakın

Ölüler Kıraathanesi

Ölüler Kıraathanesi Fatih Gezer’in ilk kitabı. Yazarıyla konuşanlar kitap kulübü vesilesi ile okudum bu kitabı da. Her ay iki kitap okuyor ve belirledikleri tarihte yazarıyla kitap hakkında konuşuyor kulüptekiler. Ben her iki kitaba birden genelde katılamıyorum.

Fatih Gezer aynı zamanda okuma kulübünün Telegram grubunda da var, sanki bizden biri gibi ama dün ilk kez kendisini konuşurken dinleme fırsatı buldum. Kitaptan önce yazardan bahsetmek isterim; İzmir’de yaşayan, yazarlık dışında müzisyenlik ve belgesel yönetmenliği de yapan, çok içten biri kendisi.

Romanı aslında 2016’da yazmış, 2020’de yayınlanmış ve 2021’de Vadat Türkali İlk Roman Ödülü’nü almış.”Herkesin adını duyduğu ama kimsenin kolay kolay gitmeye cesaret edemediği İstanbul’un o semtinde gece yarısı silah sesleri duyuldu.” cümlesi ile başlıyor roman. Bu cümleden dolayı polisiye bir roman okuyacağını düşündürüyor okura belki ama ilk bölüm haricinde kitapta polisiye ögeler yok. Kitap aslında karakterlerden birinin; Münşi’nin yazdığı ilk kitap olarak kurgulanmış. Yani Fatih Gezer ilk kitabında, ilk kitabını yazan bir yazarı anlatmış aynı zamanda.

Yasa dışı kumar oynatan bir kıraathanede gerçekleşen olay esnasında orada bulunan sekiz kişinin gözünden ayrı ayrı anlatılıyor hikaye. Tabii anlatılan yalnızca o gece yaşananlar değil; bu sekiz kişinin hayat hikayesi de ayrı bölümlerde geriye dönüşlerle aktarılıyor.

Eğer bu ödül olmasa kitabın bir ilk kitap olduğunu asla düşünmezdim. Hem kurgusunun güzelliği ile, hem de dilinin duruluğu ve akıcılığı ile ustaca hazırlanmış bir kitap.

Karakterlerin isimleri de dikkat çekici, sohbetimiz esnasında bu isimlendirmeleri bilinçli olarak yaptığını süyledi Fatih Bey. Mesela Münşi; inşa eden anlamına geliyo; yani kitabı yazan kişi, ya da Hakim, Muhsin, Makul, Hannas… Her biri karakteri ile örtüşen anlamlarda seçilmiş. Bir de Fikri karakteri var ki; o da Ahmed Hamdi Tanpınar’a benzeyen bir hayat hikayesine sahip. Ben en çok Münşi(İş) ve Hektor karakterlerini sevdim.

Yazarın bundan sonraki kitaplarını da; ki Nisan ayında yeni bir kitabı çıkacakmış, okumayı tereddütsüz düşünürüm. Siz de okuyun, seversiniz.

Okudukça içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Düş Kesiği

“Yalnızlık ve yabancılık, insanın dünya üzerinde dolaşır ve kaybolmazken kendi içine bakması bir gün ve kendi içinde kaybolması, bunlar anlatmaya değer şeylerdi ve bunları anlattı romanında Gereksizyazar.”

Güray Süngü ismini çok duyduğum fakat hiç okumadığım bir yazardı. Düş Kesiği yazarla tanışmak için uygun bir kitap oldu mu fakat emin değilim. Aslında 2010 senesinde Oğuz Atay Roman ödülünü almış bir kitap Düş Kesiği. Üslup açısından Tutunamayanlar’a benzettim okurken ben, zaten Tutunamayanlar’a da göndermeler var kitapta. Aslında okumaya başlayıp hatta yarısından çoğunu da okuyup, sıkılmış ve bir kenara kaldırmıştım. Üstünden haftalar ve okunan kitaplar geçtikten sonra yeniden dönüp bitirmek istedim. Bu kez garip bir şekilde sevdim kitabı; demek ki kitapların da bir zamanı varmış.

Kitap yalnızlık ve yabancılaşma hakkında ve üç katmandan oluşuyor; taban, tavan ve gök. Yazar bir roman yazarının yarattığı karakterin; M.’nin hayatını anlatmayla başlıyor öncelikle. M. her gece aynı rüyayı görmeye başlar ve rüyasında gördüğü adamla tam tanışacakken uyanır. Sonrasında ise bu roman kahramanını yaratan yazar, yani Gereksizyazar’ın hayatına geçiyor. Bu iki kahraman yani Gerekisizyazar ve roman kahramanı M. hayatlarında benzer şeyleri yaşamakla kalmıyor zaman zaman da karşılaşıp sohbet ediyorlar. Romanda zaman doğrusal olarak ilerlemiyor.

Okurken roman mı okuyorum yoksa bir felsefe kitabı mı diye düşündüğüm çok cümle oldu. Zaman, yazmak, hayat ve yalnızlık hakkında çok sevdiğim birkaç alıntıyı şöyle bırakayım;

“İnsan içe doğru konuşur dışa doğru susar hâlbuki.”

“İnsanın en temel yanılgısı kendisi hakkındadır.”

“Hayatın güzel olduğuna kanaat getirir insan bir yaştan sonra. Çünkü artık hayalleri hakkında umudu kalmamıştır.  O kız yoktur dünyada, karşısına çıkmayacak ve ona âşık olmayacaktır. O işte çalışamayacak ve o evde oturamayacaktır. Herkes kendisinden bahsetmeyecektir. Saygı duyulan adam denmeyecektir arkasından. Bitmiştir rüya. Yarım yamalak bir sevda kırıntısının kenarından tutulacak, o kırıntı da evlilik hazırlıkları sırasında tükenecek, artık o saatten sonra sadece birazcık sevilmek zorunda olunan kızla evlenilecek, o işe girilecek ve o işe gitmek için her sabahın köründe tıkış tıkış bir otobüste ayakta yolculuk edilecek, ay sonunda da vereceği kiradan biraz fazla bir para cebe koyulacak, muhtemelen tavanı akan bir evde oturulacak ama hayat yine de güzel olacaktır. Daha iyisinin tasavvur edilemediği yerdir cennet.”

“Zamanın çabuk geçtiğini söyler insanlar, doğrudur. Durmaksızın aynı hayatı yaşıyorsanız şayet, zaman sizin için geçmek bilmez gibi görünür ama nihayetinde bir bakarsınız, aylar çarçabuk geçmiş. Diğer durumda ise hayatınızı zenginlikle yaşıyorsunuzdur ve tabii ki bu yaşamsal bir zenginliktir, gezmek, yeni şeyler yapmak gibi; hayatınız böyle ise bu sefer zaman su gibi akar, nihayetinde de zaman su gibi akmış olur. Sonuca bakılacak olursa her iki durumda da hayat hızlı bir seyir izlese de izlemese de zaman çabuk geçmektedir.”

“..kuyu oyununu bilirsiniz, on santimlik filan bir kuyu açılır oyun için. Gereksizyazar açtı kuyuyu. Kuyunun dibinden su çıktı. Su boşalsın diye çocuk aklıyla kuyuyu derinleştirmeye çalıştı Gereksizyazar ama hem kuyunun içindeki suyu hem de dipteki toprağı dışarı attıkça kuyu daha fazla suyla doldu. Çünkü su kuyunun dibinden geliyordu ve kuyu büyüdükçe dışarıya atılması gereken su artıyordu. İçin karışık ve durulsun diye yazacaksın Gereksizyazar, yazdıkça daha mı karışacak için, yoksa arzu ettiğin gibi durulacak mı; bunu bilemeyeceksin; bunu bilemediğin için yazmaya devam edeceksin: Kuyuda boğulana kadar.”

Okudukça içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Ayfer Tunç Podcastinden Notlar

Nilay Örnek’in Nasıl Olunur podcast serisini dinlemeyi seviyorum; en çok da ütü yaparken. Sanki ütü işi gereksiz bir vakit kaybıymış  da, o vakti bir şeyler dinleyerek kaybetmemiş gibi hissediyorum kendimi. Ayfer Tunç ile yaptığı kaydı da yine bir ütü seansında dinledim. Ayfer Tunç yaşayan en iyi yazarlarımızdan biri bana göre. Yayının tamamını edebiyat sevseniz de sevmeseniz de dinlemenizi öneririm.

Sohbetin sonlarına doğru kötülük hakkında biraz konuştular. O bölümde kısa kısa not bile tuttum. Arada sırada geleceğe dair umudumu diri tutmak için açar okurum düşüncesi ile buraya da aktaracağım şimdi.

Nilay Örnek  sordu; “Topluma baktığınızda ruh durumu, toplumsal duygu durumları hakkında size bir kutu versek içine hangi duyguları atarsınız?”

“İkiyüzlülük; bu toplumsal karakterimiz olmuş, sonra yalancılık, öfke, depresyon, toplumsal değerlerde çözülme ve gerçeklerden kaçma.

Bütün bunlar ağır duygu durumları. Gerçeklerle zorumuz var. Biz gerçekleri görmek istemiyoruz ve gerçekleri görmemek bugünün meselesi değil. Bir diğer duygu durumu da dev aynası; sürekli kendimizi olduğumuzdan büyük görüyoruz ve olduğumuzdan büyük göstermeye çalışıyoruz.

Toplumsal şiddet ve öfke bütün bu olumsuz duyguların bir sonucu. Bu duygularla yüzleşmemiz lazım, sorumluluk almamız lazım. Oğuz Atay’ın deyimiyle çocuk kalmış bir milletiz biz. Çocuk büyümez, başkasının yönetimine muhtaçtır. Eğer biz birey olmak, yetişkin olmak istiyorsak, bu ülke çocuk kalmış insanların ülkesi değil, kendini bilen insanların ülkesi olsun istiyorsak; kendimizle, ailemizle, yakın çevremizle, toplumumuzla yüzleşmeyi öğrenmemiz lazım. Kötü alışkanlıklarımızı konuşmamız lazım.

Kötülük artıyor. Hannah Arendt’in deyimiyle ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ dehşet verici bir şekilde artıyor. Tabii bir noktada iyiliğe yenilecek. Çünkü bu bir terazi gibidir. Bir noktaya kadar kötülük çıkar ondan sonra kötülük yapacak iyi kalmayınca tekrar iyilik yükselişe geçer. Bu da bir döngü aslında. Bunu dünyanın geleceği için ümit ediyorum.

Ben de artık bu terazinin diğer kefesinin yeniden yükselişe geçmesini ümit ediyorum.

Uncategorized içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Magda Szabo’nun Kapı’sı

Kitap hakkında bir şeyler yazmaya başlamadan önce, pandemi ile hayatıma giren en güzel şeylerden biri olan “okuyangüzelkitapkulubu“nden bahsetmek istiyorum. Her ay belirledikleri bir kitabı okuyan ve ay sonunda kitap hakkında Zoom üzerinden konuşan bu güzel kadınlara katılmam Esra Karadoğan sayesinde oldu. Kendini yazı konusunda geliştirmekteki kararlılığı, çalışkanlığı ve iradesiyle hayran olduğum bir isim Esra. Yakında ilk romanı da çıkacak sanıyorum/umuyorum. Pandeminin ortalarında haberdar oldum bu kulüpten.Esra ve Seda Yılmaz birlikte kurmuşlar. Aylardır istikrarla devam ediyoruz. Zoom toplantıları çoğumuz için bir terapiye dönüşüyor ve kendimizi yalnız hissetmememize vesile oluyor… Siz de takip etmek ve hatta katılmak isterseniz Intagram’dan bakabilirsiniz hesaplarına.

Şubat ayında da Magda Szabo’nun Kapı isimli otobiyografik romanını okuduk birlikte. Szabo Macar Edebiyatı’nın önde gelen isimlerinden biri. Ben ilk kez Kapı ile tanıştım kendisiyle.Tanıştım diyorum gerçi ama hayatta değil bu arada. İza’nın şarkısı kitabını da okumak istiyorum daha sonra.

Magda Szabo yazar olarak hayatını sürdürürken yazmaya zihnen ve fiziken daha fazla vakit ve enerji ayırabilmek için kendisine ev işlerinde yardımcı olmak üzere Emerenc isimli yaşlı bir kadınla anlaşır. Emerenc ve Magda çok farklı karakterde iki kadındır. Sınıfsal farklılıklarının yanında kişilik özellikleri ile de çatışmalı, zıt iki karakteri oluşturmaktadır kitapta. Fakat zamanla bu iki karakter arasındaki çatışma sevgiye evrilir.

Emerenc’in küçük evinin kapısı herkese kapalıdır ve hiç kimse evinin verandasından öteye giremez. Ama zamanla Magda ile öyle yakınlaşırlar ki, onu varisi olarak tayin eder ve kapısının arkasında sakladıklarını hiç kimseyle paylaşmaması şartıyla Magda ile paylaşır. Hem hikayenin devamında hem de bu kitabı yazmak suretiyle Magda sözünde durmaz. Bu noktada bu kitap bir ihanetin özrü ya da bahanesini açıklamak için mi yazılmış acaba? diye düşünmeden edemiyorum.

Gerçek hayatı anlattığı için kurgu kitaplara göre bazı bölümerin gereğinden fazla uzun olduğunu ve hatta zaman zaman tekrara düşüldüğünü düşünüyorum ama yine de çok severek okudum. Devamında da Helen Mirren’in Emerenc’i oynadığı uyarlama filmi izledim. Film kötü değildi ama kitabı okumayan biri sevmeyebilir diye düşünüyorum.

Okudukça, İzledikçe içinde yayınlandı | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

El işleri vs.

Ellerimi kullanarak üretmek en sevdiğim şeylerden biridir benim. Bir tür ruhsal doyum yaşıyorum herkes gibi bir ürün ortaya koyabildiğimde sanırım. Bu durum psikolojik açıdan da daha rahat ve dingin hissetmeme vesile oluyor. Yazı yazmak da benzer duygular hissettiriyor aslında. Geçenlerde annem misafirlerine benim kendisine yaptığım bir nakışı gösteriyordu, diğer yaptıklarımı da görmek istediler ve ben bir türlü fotoğraflarını bulamadım. Hepsi derli toplu burada dursun istedim sonra.

Hadi bu gönderinin bahanesi de el işlerimi arşivleyip sorulduğunda kolay sunabilmek olsun. Kimi nakış, kimi örgü sepet, kimi boyanmış taş. Hepsi de benim farklı yaşlarımın, farklı hallerimin ürünü. Bazısına bakınca o işleri yaparken neler hissettiğimi de hatırlıyorum. Bazılarını sevdiğim insanlara hediye etmiştim. Birkaçı ise benden zorla hediye isteyenlere gitti. Onlar için çok pişmanım. Artık gerçekten çok çok sevidiğim insanlar dışında el emeğimi hediye etmiyorum. Kimse kimseden hediye talep etmemeli bence. Sonra benim gibi, karşısındakini kırmak istemediği için hayır diyemeyen insanlar hem istemeye istemeye yapıyor hem de üzülüyor. Neyse…

Son fotoğrafta Kerem’in gelişine 3 ay var 🙂

Elişi, İzdüşüm içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | 2 Yorum

Soğukluk

Merhabalar, uzun zaman blog yazmayınca insan kendisini biraz paslanmış hissediyor doğrusu. Nasıl başlayacağını da şaşırıyor yazıya. Eskiden okuduğum her kitabı, izlediğim filmlerin çoğunu, sevdiğim şarkıları, gezdiğim yerleri hatta yapmaktan keyif aldığım yemekleri bile gelir buraya yazardım. Sonra sonra araya bir soğukluk girdi.

Şimdi de derli toplu şeyler yok kafamda biraz serbest çağrışımla duraksamadan yazmak istiyorum doğrusu. Örneğin, “araya soğukluk girmesi” tabiri. Bunu yazarken kendisiyle arama soğukluk giren insanları da geçirdim zihnimden. Çabucak küsen bir insan değilim, eğer küsmüşsem de haklı bile olsam barış çubuğunu ilk tüttüren taraf olurum genellikle, çünkü sürekli görüştüğüm insanlarla göz teması kuramamak, selamlaşamamak çok zor geliyor bana. Çok kırılgan bir yapım vardı eskiden, zaman içinde o yanımı törpülediğimi, çoğu davranışı eskiden yaptığımın aksine kişisel almamaya başladığımı fark ediyorum. Yaş kemale mi erdi nedir?

Yine de soğukluk yaşadığım ve bu soğukluğu gidermeyi istemediğim, istesem ve girişimde bulunsam da reddedildiğim birkaç kişi var. Reddedilmek insana fena dokunuyor. Bir sebeple bana küsen bir mesai arkadaşım vardı örneğin, aslında vicdanen o kadar rahatım ki; beni suçladığı ve hatta olayı küsme boyutuna getirdiği hiçbir davranışımı kişisel çıkarlarım, hırslarım için yapmamıştım ya da kötü bir niyetle…Ama o kadar çok kendimi anlatmaya, niyetimin düşündüğü gibi olmadığı konusunda ikna etmeye çalışmıştım ki, şimdi yazarken o çabalarımın yorgunluğunu omuzlarımda hissediyorum. Oysa gerek yokmuş. Ne  beni anladı, ne de uzattığım eli sıktı. Geçti gitti, fiziken de uzaklaştık ama gelip buraya bunca kelimeyi yazdığıma göre demek ki hala bir şekilde aklımda kalmış. Oysa ne gerek var?

Benzer bir deneyimi de eski üniversite arkadaşlarımla yaşadım yakın zamanda, fakat bu kez en ufacık bir gayret göstermedim. Tartışma konusu  Kulüp dizisiydi. Diziyi konuşurken, tarihi dizilerden öğrenmekle, hatta çocuklarıma dizilerle öğretmekle suçlandım. Oysa bizim evde TV bile izlenmez. Bu hadsiz ve kırıcı yorum sonrası ipleri bile isteye kopardım. İnsan bazen de kişileri kalbine yük etmemeyi tercih ediyor.   

Bir diğer soğukluk(lar) ise akraba-i talukattan kişilerle yaşadıklarım. Bu çoğu kişi için kabul edilebilir bir durum değil. Ama bana göre terbiyesizlik yapan, bile isteye kalp kıran insanlarla aramızda kan bağı bulunması onları hep alttan almayı, affetmeyi, ilişkiyi üzüle sıkıla devam ettirmeyi gerektiren bir özellik değil. Tamam kabul ediyorum dini açıdan doğru davranış bu değil.

Uncategorized, İzdüşüm içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Covid ve Dünya Savaşı

Seneler sonra merhaba demek için harika bir başlık değil mi? Bugün 22.02.2022, ne kadar da güzel bir tarih! Bizim ailece karantinadan çıkış tarihimiz; bir nevi yeniden doğuş. Pandeminin başladığı tarihten bu yana iki seneden fazla oluyor. Bu süre zarfında nedense bu hastalığın bana uğramayacağına inandırmıştım kendimi. “Olumlu düşün ki güzel şeyler olsun!” mottosu da değildi aslında buna sebep. Sebebini bilemiyorum, bir nevi sezgi diyebilirim. Genelde sezgilerimde yanılmam ama bu kez olmadı… Allah’a şükür hafif atlattık; birkaç gün süren ateş ve öksürüğü saymazsak, ne koku ve tat kaybı oldu ne de eklem ve sırt ağrıları.

Kapkara bir kışın ardından ilkbahar yarım küremize merhaba demeye hazırlanırken, harika bir havada bitti karantinamız. Gökyüzünde pırıl pırıl bir güneş var. Ben yepyeni bir okulda göreve başladım. İnsan güneşle mutlu hisseden bir canlı ve bugün benim için mutlu hissetmek adına tüm şartların elverişli olduğu bir gün. Tam mutlu hissedeceğim, minik bahçemize ekeceğimiz sebzeleri hayal edeceğim bir de bakıyorum gündem dünya savaşı olmuş. Bu kadarı da üç günlük ömrümüze biraz fazla değil mi ama Allah’ım? Lütfen beni, ailemi, milletimi, vatanımı, çocukları, kadınları ve tüm masumları koru… Yurtta barış, cihanda barış nasip et. Bizleri bir de savaşla sınama… Lütfen Allah’ım

Uncategorized içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Şubat…

Instagram ve Facebook’u hayatımdan çıkardım. Sonrası ilginç oldu, elinde telefon “Ya neredesin sen?”  diyenler, “E nasıl görüşeceğiz peki?” diyenler, “Ama ne güzel takip ediyorduk…”, “Gözlerim seni arıyor” diyenler sevindirdi beni. İnsanın sanal ortamda dahi olsa yokluğunun fark edilmesi, dahası yokluğundan şikayetlenilmesi varlığını değerli kılıyor, özel hissettiriyor. Dolayısıyla da sevindirici bir etki bırakıyor. Fakat bir de “Beni neden engelledin/sildin?” diyenler var ki gülümsetiyor. Kendimi sildim diyorum. Sebebi merak ediyor insanlar. Birçok kişiye aynı cevabı verdim; kendimden sıkıldım. Yalan da değil, insan ister istemez içini de dışını da açık ediyor sosyal medyada, aslında ne gerek var. Instagram’da sadece bir fotoğraf altı yazısını kaydetmediğim için üzgünüm, bir de Nazan Hoca beni takip ediyordu, düşünsenize… Arada özel mesajla selamlaşıyorduk falan, mail adresini istemediğime pişmanım. Nazan Hoca kim derseniz, benim en sevdiğim yazar derim, siz anlarsınız 😉  Neyse büyük büyük laflar etmeyeyim, henüz 2 hafta oluyor, tutar açarım her iki ortamı da, sonra aleme madara olmayalım. 🙂 (edit:açtı, oldu)

Siz şimdi beni boş verin de, Öteki Dergi’de yeni bir öyküm daha yayınlandı. İsmi Yılkı Atı. Buradan tıklayıp okuyabilirsiniz. Hatta okusanız da, okudum deseniz ne süper olur. Okuyun e mi?

Şubat Ayraç Dergisi’nde bir de yazım yayımlandı; Serdar Arslan’ın Ayşe Şasa için derlediği Hayret Perdesini Temaşa kitabı hakkında yazmıştım.

Bir de hazır buraya kırk yılda bir yazıyorken bugünün takıldığım müziğini de ekleyeyim. Sabahtan beri 50 kez dinlemişimdir. Orjinali Neşet Ertaş’tan; Göñül Yarası

Olmaz da ama hani olur ya Neşet Ertaş’a aşina değilseniz, biraz daha zengin enstrüman da devreye girsin isterseniz Emel Taşçıoğlu’ndan da dinleyebilirsiniz. 😉

 

Öykü, Müzik, İzdüşüm içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | 3 Yorum

Bir kaç doz müzik

Daha önce de yazmıştım, müzikle aramdaki ilişki takıntıdan ibaret. Müzikten hiç anlamasam da takıntılı bir dinleyiciyim. Yani takıldığım bir şarkı, türkü, enstrümantal bir müzik var ise birlikte yaşadığım insanlara illallah getirtene kadar tekrar tekrar dinlerim. Bu ara üç favori şarkım var. Sadece tek olsa isyan bayrağını çekecek ahali ama arada üçü arasında değiştirme yapınca fark etmiyorlar.  Şimdi birbiri ile sıfır alaka olan bu üç şarkıyı buraya da bırakacağım, kişisel tarihime bir not bâbında olsun. Eskiden her okuduğum kitaptan burada da bahsederdim, madem ki onu artık bıraktım…

Haa bu arada onu bıraktım bırakmaya ama Ayraç Kitap Tahlili Ve Eleştiri Dergisi’nde yazmaya başladım. Son iki sayıda iki yazım var. Biri İlhami Algör’ün İkircikli Biricik kitabı hakkında(Kasım 2015), diğeri ise Bahadır Yenişehirlioğlu’nun Kanaviçe kitabı hakkında(Aralık 2015). Ayrıca Aralık sayısında bir de Bahadır Yenişehirlioğlu röportajım var. Öyle sıcak, samimi bir insan ki. Telefon ile görüştüğümüzde de, sosyal medya üzerinden de bunu hissetmek mümkün. İlhami Algör ise biraz değişik bir adam, dergi yayınlandıktan sonra beni Facebook hesabımdan bulup teşekkür mesajı attı. Böylece kendisine kırgınlığım da geçmiş oldu. Kırgınlık sebebimi ise buraya yazamayacağım 😉

Neyse gelelim şarkılara;

İlki Farsça bir şarkı, Mahsa Vahdat söylüyor, Ha Leyli;(Şarkının sözleri de harika, sözler ve çeviri için buraya)

İkincisi Nurettin Rençber’den geliyor, Eski Yara;

Üçüncüsü ise ilk kez duyduğum bir Neşet Ertaş türküsü, Dertli Yoldaş; (Niran Ünsal da fena yorumlamamış ama orijinali daha güzel)

“Zengin ise ya bey derler ya paşa, fukaraysan ya aptal derler ya cingân haşa”

 

Müzik, İzdüşüm içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Bir Öykü Ve Bir Meydan Okuma

image

Aşağıdaki fotoğraflara geçmeden önce, Öteki Dergi’de Eylül ayı için yazdığım fotoğraf hikayesinin linkini ekleyeyim öncelikle. Bu ay üçüncü hikayem Öteki Dergi’de yayınlanmış oldu böylece. Diğer iki öykünün linklerini daha eski gönderilerde bulabilirsiniz. 22 isimli öykümü ise buradan okuyabilirsiniz. Hatta okursanız mutlu olurum 😉

Gelelim aşağıdaki bir dizi fotoğrafa; Instagram severek kullandığım bir sosyal medya platformu. Fakat bazı zamanlar çok vakit harcadığımı da düşündürmüyor değildi son zamanlarda.  Geçenlerde (9 gün evvel) aslında tanımadığım, ama tanıdığım ve sevdiğim insanların tanıdığı Ahmet Alpat’ın başlattığı bir meydan okumaya tesadüf ettim; ismi #30gunlukchellenge .Bu meydan okumadaki amaç, günde maksimum bir fotoğraf ekleyip altına da o karenin çekilme hikayesini kısaca yazmak. Bana çok keyifli geldiği için katıldım.  Ve ilk 9 gün aşağıdaki fotoğraf karelerini ve altındaki kısacık hikayelerini paylaştım. Sadece Instagram’da değil, blogumda da bir anı olarak kalsınlar istedim ve oradaki etiketleri bile değiştirmeden direkt kopyaladım.

image

Camda kelebek ☁
#30gunlukchallenge 1. Gün: Şimdi her kelebek gördüğümde gittiğim yer aynı hafızamda. 10 yaş civarındayız. 11 tane ipek böceği tırtılı besliyoruz. Hayalimde çok zarif bir kelebeğe dönüşeceğini düşünerek özenle bakıyorum onlara. Büyüyüp koza örüyorlar. Netice hüsran; kozadan çıkan kelebekler çok tombik, çok siyah ve minicik kanatlı. Basbayağı çirkinler 🙂

image

#30gunlukchallenge 2.gün : Bir selfie ile geldim 🍃 Yedigöller’in yedincisinin aşağısında bulunan şelale burası. Sayısız yosunlu basamak inip ulaşmıştık buraya. Bu kadar aşağı indikten sonra da nedense suyun kaynağına doğru geri tırmanmıştık.
Ve bir de ben bugün sanırım hayatımda geçirdiğim enn telaşsız arefe gününü geçirdim. 🙂 Şimdiden herkese hayırlı bayramlar

image

Ben küçükken her bayram Kayseri’ye giderdik ve babaannem her bayram sabahı kahvaltısında nohutlu etli yahni yemeği ve pilav yapardı, yanında da üzüm hoşafı. Erkekler bayram namazından gelir gelmez yenirdi yemek. Çocukken yarı vejetaryen takıldığım için hiç hoşlanmazdım bayram sabahlarından. 🙂 Halbuki birlikte olmak ne güzelmiş, sevdiklerini teker teker yitirince anliyor insan… Kayseri’de hâlâ bu adet devam ediyor mu bilemiyorum ama biz halen bayram kahvaltılarını büyüklerimizle yemeye devam ediyoruz; ama  yahnisiz. Bizler “Nerede o eski bayramlar?” derken çocuklugumuza özlemin yanı sıra giderek sekülerleşen hayat tarzımız sayesinde kaybolan değerlerimizi de arıyoruz belki. Yine de elimizden geldiği kadar dini ve milli değerlerimizi çocuklarımıza yaşatmaya çalışarak… Bayramınız mübarek olsun. İyiliklere, güzelliklere vesile olsun.🍬💚 🍬(Foto arşivden, 35mm lensi ilk aldığımız zamanlardan bir kahvaltı masasından kalma, annemin kahvaltı sofrasını fotoğraflamaya fırsatım olmadı) #30gunlukchallenge 3.gün #eidmubarak #bayram #kurban #عيد الأضحى

image

Bizde Kurban bayramının ilk gününün akşamı değişmez ritüeldir. Şehrin arka sokaklarında metruk evlerin arasında dolaşırız eşimle. Lambası yanan evlerin kapısını çalar tanımadığımız insanlarla bayramlaşırız. Elimizdeki kurban paylarından bırakır, payımıza da bazen dua, bazen sevinç, bazen gözyaşı ama bolca şaşkınlık alırız.  Kurban yardımlaşmak demek değil midir zaten? Ve sadece kurbana mahsus olmamak üzere, birlikte yapılan onca şey arasında belki de en çok huzur verenidir bizim için vermek… #30gunlukchallenge 4.gün #bayram #eidmubarak

image

Lokum&bisküvi. Babam nostaljik bayram şekeri almış. Eskiden pek kıymetliymiş bu ikili. 80lerin sonuna doğru, ben 7-8 yaşlarında ya var ya yokum, o yıllar yaz tatillerinin 1 haftasını köyde geçiriyoruz. O yaz da bir köy düğününe denk geldik. Anneannem elimizden tutup götürdü. Avlulu bir evin avlusuna köy kahvesinden tahta sandalyeler dizilmiş, sadece kadınlar var, çalıp oynuyorlar. Bu sırada iki kişi ellerinde kocaman çay tepsilerine yığılmış bisküvi ve lokumları dağıtıyor. İki bisküvi bir lokum alıp sandviç yapıyoruz. Damdan aşağı bakan bir kaç delikanlı var. Herkes onların farkında ama onlar yine de gizlenip izliyorlar 🙂 Anneannem gevrek gevrek gülüyor; “Biz kızken de bayram günlerinde harman yerinde toplanıp oyunlar oynardık. Evlenecek delağnılar da saklanıp seyrederlerdi”  diye anlatmaya başlıyor. #30gunlukchallenge 5.gün

image

Hasan Dağı. Bugün tam buradan geçerken radyoda Erkan Oğur söylemeye başladı; “Zeynep bu güzellik var mı soyunda?” Eylül Zeynep’in~3 birden gözleri büyüdü, çalan şarkıya dikkat kesilip; “Aaaa hani beni sallarken, hani vardı yaaa?” Evet neredeyse 1 yıl öncesine kadar ninni niyetine söylediğim türkü. Hatırlamasına çok şaşırdım. 😇”Zeynep’im Zeynep’im Allı Zeynep’im,
Beş Köyün İçinde Şanlı Zeynep’im”🎶 #30gunlukchallenge 6.gün

image

Hayat ufak tefek sıkıntılara kafa yormakla geçiyor; daha büyüklerini düşünmemek için. Bugünün sıkıntısı İletişim Yayınları’nın kitap sırtı yazılarının yönü. Diger tüm yayınevlerinin aksine yazılar sağa bakıyor. (Araya bir YKY kitabı sıkıştırdım rahat anlaşılsın diye) Yazarlarının çoğunun siyasi duruşlarına da ters üstelik bu durum. 😅 Esasında hiçbir önemi olmayan bu husus benim neden dikkatimi çekiyor o da ayrı bir muamma. Kitaplık düzenlerken degil de aslında tatilde İlhami Algör kitaplarının fotoğraflarını çekmeye çalışırken dikkatimi çekmişti bu.(Blogda da bu yüzden son yazımın fotoğrafı ters/tepetaklak) Gelelim bu acayipliğe takılıp unutmaya çalıştığım esas büyük sıkıntıma; 3 aylık koca bir tatilin ardından yarın iş başı yapıyorum. Devasa bir Pazartesi sendromu ile karşı karşıyayım. 💆Ama tesellim şu, biliyorum ki yarın öğrencilerimle sarılıp sarmaşınca hepsi geçecek. 👧👧👧👧👧👧😦#30gunlukchallenge 7.gün

image

Uykusuz ve kabuslu bir gecenin sabahında çakı gibi ayaktayım evelAllah 🙂 Yeni bir yıl, yeni öğrenciler, heyecan, coşku, bol gülücüklü simalar, ders programlarını inceleme, özlenen arkadaşlar, eski öğrencilerin ziyaretleri vs. derken günün yarısı bitti bile. Ne sendrom kaldı, ne stres. Yalnız neredeyse tüm kadro takım elbiseleri çekip gelmiş ben ise böyle kot gömlek, kot etek, bez çanta&ayakkabı derken klişe öğretmen giyim tarzına pek de ayak uyduramamışım sanki :)) olsun biz böyle seviyoruz hem di mi? 😉 Güzel bir yıl olur inşaallah, herkes açısından… #30gunlukchallenge 8.gün

image

Nakış bilmeden nakış işleyebilengillerden biri olarak geçen kış ve ilkbahar mevsimlerinde kendi kişisel nakış tarihime bunları eklemişim. Herbirinin bir anlamı var, hem zahiren hem batınen. Görünürdeki anlamları belki zarif bir hediye ya da baktıkça; “Ne de güzel yapmışım aman da aman” denilerek mutlu olunan ufak tefek sevimli şeyler. Ama iç yüzünde hem herbirinin şekil itibariyla yüklendiği simgesel anlamlar, hem de işlendiği zaman itibariyla bana hatirlattiklari var. Mesela şu ortadaki pembe çiçekli ağaç… Çocuk gibi sevinçli hissettiğim bir zaman diliminde çıktı ortaya. Yine şu ağaçta oturup kitap okuyan kız, birazcık umutsuz hissettigim bir zamanı temsil ediyor. Kırmızı bisikletli ayraclar, bisikletten nem kapanlara inat hediye 🙂 O renkli anahtar ise dua niyetine; “Ya müfettihal ebvab….” #30gunlukchallenge 9.gün

İzdüşüm içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Kitap #108 Albayım Beni Nezahat İle Evlendir

image

“Bu kadar kayıptan sonra geriye kalan nedir ve hakikaten nedir, mesele nedir?”

Ev

-Psssst istediğin kitap var mı, sipariş veriyorum. Varsa hemen söyle yoksa sonsuza kadar sus.

-Var var. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku var, Albayım beni Nezahat ile evlendir var bir de İkircikli Biricik var.

-Ney ney? Çok mu arıyorsun bu kitapları?

-Aslında Bizim Büyük Caresizligimiz de var da onu sonra şeyapsan da olur. Dur ben sana isimlerini yazıp yollayım 😉

Tövbe estağfurullahlar çekilir, siparişler verilir ve kitaplar gelir. Nezahat eksiktir. Olsundur, istikamet Ankara’dır, Niğde’de bulunamayan orada muhakkak bulunurdur ve alınırdır.

Arkadaş Kitabevi

-İlhami Algör kitaplarını arıyorum ben nerededirler acaba?

-Hangisi Biricik mi?

-Yok o değil.

-Müzeyyen?

-Hayır o da değil.

Sol kaşını kaldırıp, sağ gözünü kısan görevli arkadaş bir süre düşünüp, bir “Evreka” edasıyla parmağını şıklatır.

-Nezahat değil mi? Ne kitap ama…

Şaşkınlıkla mimikleri beni takip edin demeye getiren arkadaşı takip ederim. Teşekkür edip kendisine yol verdikten sonra da, kafamı ne zaman kaldırsam onaylayan(neyi bilmem?) bakışlarını üzerimde hissetmenin tedirginliği ile diğer alacaklarımı da alıp çıkarım dükkandan.

Sahil

-Yedin tatili şu üç kitapla.

-Ama çok güzeller. Bayıldım adama.

-Hangi adama?

-Yazar canım; İlhami Algör

– Haa şu ikircikli adam

Müzeyyen’e bir helal olsun çekip Nezahat ile devam etmiştim okumaya. Kitabın ismindeki “Albayım” kelimesinde acaba Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ına bir gönderme mi var diyerek.

Hikaye Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’nun devamı niteliğinde diye düşünülebilir. Hatırlarsanız o hikayede işi gücü bırakıp yazmaya takan, rüzgarı kendinden menkul esintili bir tip vardı. Yazdığı hikaye Müzeyyen tarafından yerden yere vuruluyor idi. Bu kitapta da ilk kitaptaki o esintili tipin yazdığı hikayedeki kahraman anlatılıyor. Hikaye icindeki yazarın yazdığı hikayenin kahramanı. Hani şu hikayenin sonunda, ipin yarısında cambazlık yapmayı unutan bir ip cambazına dönüşmek istediğini belirten kahraman. Bu sefer kahramanımızın amacı, kimse tarafından kurgulanmayan başına buyruk, kalbinin sesini dinleyerek hareket etmek isteyen bir hikaye kahramanı olmak. Laf aramızda bir de bu kahraman da benim gibi Müzeyyen’i haklı bulmakta. 🙂

Böyle yazarken farkettim de bu konuda yazmak aslında ne kadar da zor olsa gerek. Yani bir hikaye yazacaksınız, hikayenizdeki kahraman yazar tarafından kurgulanmamaya kafayı takmış olacak. Ama İlhami Algör bence harika yazmış. Okuyucu çok rahat bir şekilde ilk sayfadan kendini kaptırabiliyor. Bu da belki anlattığı konudan ziyade kullandığı üsluptan kaynaklanıyor.

Kitapta benim en çok hoşuma giden bölüm giden bir geminin arkasından düşünülen şu durum;

“Bizim için gidiyor olan ise, gittiği yer için geliyor olabilir. Bu durumda gittiği yere gidip orada bekleyebiliriz.”

Esasında pek de hoşa gidilesi bir yaklaşım değil; bizim için gidenler bir başkası için gelen oluyor. Karşı kıyıya geçip beklemek bizi bir başkası yapmayacağına göre… Ne diye hoşuma gittiyse 🙂

Arka kapak alıntısı da kitabın en vurucu bölümü;

“Al bu elmayı Nezahat” diyebilirdim, “sende bu ad oldukça istersen sıfır numara kel, istersen at kuyruklu olurum. İnce bıyıklı tek dişi altın olurum. Meftun olurum, meczup olurum. Uzaklara bakarım, çıtımı çıkarmam. Nasıl söyleyeceğimi bilmem susarım. Susmak üzerine konuşmak gerekse, beni çağırırlar, oturur susarım. Dolmabahçe saat kulesiyle, Çırağan Sarayı ile konuşurum. Duvarlara yazılar yazarım gizli gizli: ‘Albayım beni Nezahat ile evlendir.’ Sülüs yazarım, kufi yazarım, latin yazarım. Gotik yazamam. Yağ satarım, bal satarım, ustamı öldürür ben satarım. Yemeden içmeden kesilir, alık olurum. Adımı sorsan duymaz olurum. Kötü olurum, iyi olmam Nezahat. Ya bu adı değiştir ya da al bu elmayı. Bende sevdiklerince terk edilme endişesi, kafayı yemeye meyyal haller var. Al bu elmayı Nezahat. Yüzünde göz izi var.”

Bu bölüm haricinde yine beğendiğim, altı çizilesi cümlelerden bir kısmı da şöyle idi;
“Bir uçurtma için en güzel uçuşun ipi kopukken olabileceğini düşünürdüm. Bazıları buna “düşme hali” diyebilirdi. “

“Ondan söz edildiğinde, asla doymayacak bir kuyu açlığıyla dinlemenin ve dolup dolup gecelerioyalanmak içişn eşşek kulaklı bir kralın hikayesini sabahlara kadar ezberden tekrar etmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyebilirlerdi. Sorsalardı söylerdim. “Vallahi” derdim “ben de bilmiyorum bu kadar derine tüpsüz nasıl daldığımı göğsümde bir ağırlık hissetmeden.” “

“Annem bana gerçekleri kabul etmesini, hayat ise onlardan kaçmasını öğretmiş olabilirdi. “

“Beni duymayabilirdi. Ben duyulmadığım yerlerden gitmek hastaığına tutulmuş olabilirdim. Tedavisi kırk beş derecelik sıvılarda boğulur gibi yapmak olabilirdi. Deneyebilirdim. “

Okudukça içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Kitap #107 Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

image

İlhami Algör ile yeni müşerref oldum ben. Müzeyyen’i, Nezahat’i, Biricik’i peş peşe okudum. Elimden düşüremeden hem de. Kullandığı dile bayıldım. İnsanı sarıp sarmalayan bir üslübu var. Genellemeyim belki sizi sarıp sarmalamaz ama beni sardı. Dilinin bir tınısı, ahengi, melodisi var sanki. Şu feminist tayfanın kafayı taktığı “eril dil” dedikleri şey bu mu bilmem ama, kahramanlarına argo kullandırmaktan da, küfür ettirmekten de kaçınmıyor. Benim de günlük hayatta, kendimi rahat hissettiğim insanların yanında sık sık kullandığım “lan, ulan” kelimelerine de bolca rastlanıyor. Fakat  sanılmasın ki hikayelerinin erkek kahramanları -ki hiç de kahraman sayılmazlar- öyle maço, kadın ezen, kadını aşağılayan, kodu mu oturtan tipler değiller.

Müzeyyen’deki adamı ele alırsak mesela(niye ele alıyorsam); hayta, serseri, mesleğini bile yapamamış, başarısız, beceriksiz, neye başlamışsa yarım bırakmış, naif, aşık, hep bir eksiklik hisseden, bu eksikliği Müzeyyen ile dolduracağı vehmine kapılan, bu vehim ile yanılan salağın tekidir. Esasında film montajcısıdır kendisi ama patron tarafından kapı gösterilince kafayı yazmaya takmıştır. Yazdığı hikayeye göre adam, kadını çok seviyordur, sevdikçe ruhu büyüyüp eve sığmıyordur, sığmayınca evden çıkıp avare avare dolaşıp günün hikayesini oluşturuyor, eve gelip hikayeyi kadına ulaştırıyor, ardından yine çıkıyor, gece gelip kadının koynuna sokuluyor, sonra yine kadın uyanmadan evden çıkıp, sokaklarda avare avare dolaşıp….. Burada diyor ki;

“Hikaye, Arap’ın yalellisi gibi uzarken, bir yerlerde ‘çıt’ ediyordu.”

Müzeyyen de kocasını trafik kazasında kaybetmiş bir kadındır, bir de küçük kızı vardır. Bizim hayta ile aynı evi paylaşmaktadırlar. Hikayenin omurgasında esas oğlan dediğimiz hayta ilişkilerindeki “çıt” ı aramaktadır. “Çıt” ın sebebini.

“Ne olmuştu da ‘Seninle dünyanın her yerine gelirim’ diyen Müzeyyen, durduğu yerden gitmelere başlamıştı.”

Kafayı taktığı şey budur işte. İlişkilerinin bittiğini hisseden, bu hissi bir türlü kabul etmek istemeyen her adem oğlu gibi “Çıt” sesini farklı tevillere girişecek, sonunda  da ne olduğunu anlayacaktır.

Ben bu hikayede Müzeyyen olurdum olsam olsam demiştim okuyup bitirince. Bizim buralarda bir tabir vardır; “Amma bi etmiş”. Oh olsun falan anlamında kullanılır. Bu hikayede de Müzeyyen amma bi etmişti oh olsundu. 🙂 Çünkü aslında

“Herif rüzgarı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra telleri takılır gibi kadına geliyor”dur.

Bizim hayta bu görüşe itiraz eder;

“Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku.”

Müzeyyen cevap verir;

“Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku.”

Kitapta kahramanımız -aman ne kahraman- kapı dilleri ile konuşmaktadır. Ben en çok bu bölümlere ve ufaklık ile konuşurkenki haline bayıldım. “Canımın içi, güzelim” diyor ya çok tatlı oluyor orda 🙂 Böyle kızdığıma da bakmayın çok sevdim esasında pek tabi serseri  kahramanımızı, keratayı.

Kitap incecik ama içerisinde düşündürücü, altı çizilesi pek çok cümle barındırıyor. Mesela;

“Beni her yoğuruşunda, sırtüstü yatıp karnını açan kedi yavruları gibi, teslim ve mest oluyordum. Birlikte tüy gibi havalanıyor, yükseliyor, oralardan ok gibi inip, zıpkın gibi saplanıyor, çapkın, şakacı, çocuk yunuslar gibi dibe iniyor, dipte yılan balıklarına dönüşüp kıvrılıyor, sonra toprağı delip, köpüklü dalgalara bakan yamaçlarda rüzgara çıkıyor, yeşil ve taze, kendimize ve birbirimize dolanıp yükseliyor, dallanıyor, açıyor ve… ve tekrar, ve tekrar, yaprak, polen, böcek olarak dökülüyorduk.”

“Ya sevmenin kendisini ya da seven hali ile kendini seviyor.”

“Seninki, tribünler kendi ile dolu iken tribünlere oynuyor. Seninki oynuyor moruk. ‘Bende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var’ı oynuyor.”

“Ben sözlerden değil, bakışlardan tırsardım. Bakışların arkalarını sezer, sezgilerim doğrulanana kadarmecburen bekler, beklerken kafayı yerdim.”

“Bizim de buralarda kadınlarımız, icabında ayıp, yasak, günah üçgeninde sıkıştırılmış vazıyetteydiler ama, Müzeyyen bu üçgeni yırtmış, yırtarken kendi kendine bir şeytan üçgeni yaratmış, arada bir, üçgenin kuyuya benzeyen ağzından geyik bakışıyla bakıp dururuyordu.”

“Aslında tam diye bir şey yoktur,” dedim, “her tam, bir üst yarımın alt basamağıdır. Yani yarım da bir bütündür.”

Daha da bir sürü çizmişim, karalamışım, resim yapmışım kitaba. Kıymışım ki hiç adetim değildir. Ama buraya yazmaya üşendim şu an. Alın okuyun seversiniz. Filmi de varmış ama pek beğenilmemiş sanırım. Bu sebepten ben izlemeyeceğim…

Kitabı okuyunca şu fotoğrafı çektirmiştik Eylül ile, instagramdan bakabilirsiniz. https://instagram.com/p/663ss0SGQ2/
Bir de kitap kapağında Sadri Alışık’ın işi ne derseniz arka kapak yazısına göz atmanız yeterli.

“Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün kızılderilileri yenilir, Spartakus kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri’ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri’nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine.”

Ha bu arada bir rivayete göre ilk baskıda kitap “belki bitmemiştir.” cümlesi ile bitiyormus. Sonra değiştirmiş yazar. Ben son halini tuttum; “bitse ne olur, bitmese ne?”

Okudukça içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Kitap Tanıtımı #106 Elif Gibi Yar Olmak

elifgibiyarolmak

Elif Gibi Yar Olmak kitabını okuyalı aylar olmuştu. Ali Rıza Kaşıkçı’dan daha önce de bu blogda bahsetmiştim; şurada. Ben o yazıyı yazdıktan sonra uzunca bir süre kendisi “Mavi Kazaklı Şair” mahlasını kullanmıştı, halen kullanıyor mudur bilemiyorum. İnsanlar pek çok özellikleri bakımından pek çok sınıfa ayrılabilirler ama benim gözümde dünya üzerinde insanlar iki sınıfa ayrılır. Bunlardan ilki “Güzel İnsanlar”, diğerini hiç yazmayım. Nedir bu güzel insanların özellikleri diyecek olursanız, size pek çok özellik sıralayabilirim belki ama ilk özellik benim için sanırım mütevazılıktır; insan olmanın en güzel erdemlerinden biri. Ali Rıza Kaşıkçı da benim gözümde sadece bu sebeple bile olsa – ki sadece bu sebeple değildir- bir güzel insandır.

Kendisi Şırnak’ta Türkçe öğretmenliği yapmaktadır ve güzelim kitabını bana “Elif’ler yetiştiren annelere selam olsun” diye imzalayarak te uzaklardan  göndermiştir, sağolsun. Ayrıca ben bu tanıtım yazısını yazana kadar ikinci kitabı da çıkmıştır.

alirızakaşıkçı

Lore Kitap’tan 2014’te çıkan Elif Gibi Yar Olmak, şiir gibi bir hikaye. “Ey aşk! Bil ki;’Erişemediğim kadar benimsin…'” diyerek başlıyor. Çömlekçi Sadi Efendi’nin oğlu Adem’in hocasının kızı Elif’e duyduğu aşk anlatılmış. Öyle günümüz aşkları gibi bir aşk değil, bir nevi Leyla ile Mecnun hikayesi. Aşkın insanı merhale merhale nasıl başkalaştırdığının hikayesi. Her şey zahiren güzel gibi giderken Adem’in Elif’e yazdığı esasında aşkını anlatmaya çalıştığı bir nâme ile bir anda yön değiştirir. Nâmede şunlar yazmaktadır;

“Kâbem Elif, kıblem Elif, secdem Elif, her dem Elif,

Her dem Elif, canım Elif, Cânan Elif, cinân Elif…”

Yazar bir söyleşisinde kitap hakkında şöyle söylemiş; “Şunu açıkça söylemeliyim ki Elif Gibi Yar Olmak kitabı her okuyucunun harcı değildir. Burada okuyucuyu küçümsemek gibi bir niyetimiz asla yoktur. Türkiye’deki okuyucuların çoğu seçici okuyucu değil geçici okuyucudur. Toplumumuzda medya argümanlarıyla dayatılan kitapları okumayı yeğleyen bir okuyucu kitlesi mevcut. Biz Elif Gibi Yar Olmak kitabını 15 yaş üzeri herkese öneriyoruz ama içinde kabuktan öze inme telaşı olanların için “acil okuma” çağrısı yapıyoruz. Çünkü her şey gibi kitap da sıcağı sıcağına okunmalı!”, “Biz insanlar olarak vücut gözüyle gördüğümüze aldanıyor, gönül gözüyle gördüğümüze ya da gönül gözüyle görenlere pek itibar etmiyoruz. Oysaki dünyadaki her insan kabuğundan öze doğru bir sefer halinde olmadır. Zaten dünyadaki çoğu şeyin kabuğundan özüne doğru inildikçe, o nesnede yaratıcıyı göreceğimize emin olabiliriz. Okuyucuları da kitapların kapağından, reklamlarından ve tanıtımlarından sıyrılıp “Okunacak kitabın özünde ne var?” sorusuna muhatap olmaya davet ediyoruz. Kabuktan öze inme telaşı okuyucular açısından “Kapaktan Söze” inme telaşı olarak algılanabilir.”

Bu cümleler ne kadar da doğru. Hele şu çok satanlar listesine bakınca… İnsan üzülüyor doğrusu.

Yazarın cümlelerindeki şiirsellik bana Nazan Bekiroğlu’yu hatırlattı. Ve ben çok sevdim. Böyle bir üslubu sevenlere de kesinlikle öneririm. Hikayenin sonunda çokca hüzünlenmiş ve yazara “Peki ya Elif?” diye sormuştum. Kendisi; “Elif kaldı öyle. Yanık Buğday gibi bir köşede kaldı. Ben peki ya elif diyemedim. İçim el vermedi bu soruya.” diye cevap vermişti…

elifgibiyarolmak1

Arka kapak yazısı;

Bir gece harflerim tutuştu.

Ateşler içinde bir Elif, yüreğimdeki hikâyenin içine yürüdü. Elif’ten Be’ye sıçradı gönül yangınım. Heceler çoban ateşi oldu. Kelimelerden bir harman kül oldu. Cümleler ateşe kul oldu.

Aşk, ateşti. Elif’e eşti. Elif’e düştü.

Elif’e ateş düştü.

Sonra bir sabah “incecikten bir kar” yağmaya başladı yüreğime. “Tozmaya başladı yüreğim Elif Elif”… Cayır cayır yanan hikâyemin harfleri dondu kaldı. Yüreğim üşüdü. Ayaza çekti sabahlarım.

Kar Âdem’di. Dem bu demdi. Ateşim söndü. Elif bana her geldiğinde, beni başka bir hâle koydu. Ve şair Âdem bir söz söyleyip sessizce hikâyesine yürüdü.

“Kimi zaman kor olmuşuz,
Kimi zaman kar olmuşuz
Düş’müşüz gönüllere,
“Bir” Elif’e “yâr” olmuşuz.”

Okudukça içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Mektup

Eski bir alışkanlık haline geldi mektuplaşmak. Artık kimse oturup kağıtla kalemi buluşturup, sevdiği insanlara bir şeyler yazmıyor. Çok anlamsız geliyor yazılan bir şeyin karşındaki kişiye günler sonra ulaşması düşününce. Anlık mesajlaşma uygulamaları varken, e-posta varken, hiç biri yoksa sms varken… Ama durum öyle değil; değilmiş. Bunu ben de çok geç fark ettim. Nişanlılık&askerlik dönemlerinden kalma mektuplaşmalarımızı saymazsak eşimle de hiç mektuplaşmadık. Ama onları halen saklıyor oluşumuz çok güzel. Sms uçuyor yazı kalıyor nitekim. Bu sıralar da çok sevdiğim biriyle mektuplaşıyorum. Gerçi kendisi biraz geciktiriyor ama anlık mesajlaşma uygulamasıyla bildirdiği mazereti fazlasıyla makbul. 😉 Evet her ne kadar sık sık telefonla yazışsak da mektup beklemenin ve yazmanın verdiği haz bir başka.

Aslında bundan bahsetmeyecektim burada. Geçtiğimiz günlerde Instagram’dan seri özel mesajlar aldım. Biliyorsunuz Instagram bir fotoğraf paylaşım platformu. Hiç tanımadığım birinden geliyordu bu özel mesajlar. Üstelik fotoğraflar da elde yazmış olduğu bir mektubun fotoğraflarıydı. Mektubun muhatabı da bendim. “Umarım satırlarım rahatsızlık değil, mutluluk verirler.” cümlesiyle noktalanıyordu mektup. Bir insan neden klavye ile yazıp yollamak varken, kağıda hem de elde yazıp fotoğraflarını çekip yollardı ki? Hem de hiç tanımadığım bir insan… Bana teveccühle dolu satırları elde yazardı? Bu samimiyet demekti bana göre… Adresimi bilmediği için yollayamadığı mektubun fotoğraflarını göndermenin içinde bir naiflik gizliydi. Ve beni çok duygulandıran bir muhabbet… Mektup buraya aktaramayacağım kadar özel. Ama illa ki mektubu okuduktan sonra dinlememi önerdiği 3 şarkı var ki, onları burada paylaşmadan geçmek istemiyorum. Özellikle klipleriyle…

Müzik, İzdüşüm içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | 3 Yorum

Sitem

Dün arkadaşlarla muhabbet ederken konu nereden geldiyse Bedri Rahmi’ye geldi. Ve ben Bedri Rahmi der demez içlerinden biri Sitem şiirini okuyuverdi. Nasıl beğenip imreniyorum böyle şiir okuyabilen insanlara anlatamam. Derken şiirin mısraları aldı beni geçen yaza götürdü. Ve şu aşağıdaki fotoğrafı çektiğim anda hissettiklerimi yeniden hissettirdi. Balıkesir’de, Güre’de sahilden içeri doğru yürürken çekmiştim; o anı unutmamak için… İçimde hissettiğim o ferahfeza huzuru yeniden hissettim sanki. Derken fotoğrafı bulup Instagram hesabımda şiirle birlikte yayınladım. Altına ise çok sevdiğim ve saygı duyduğum başka bir arkadaş aynı şiirin bir de Erol Evgin sesinden şarkısı olduğunu yazmış. Unutmamak adına burada da paylaşmak istedim.

İşte o fotoğraf…

zeytinler

 

Ve o şiiir…

SİTEM

Önde zeytin ağaçları arkasında yar
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yar yollarına dökülmedik dilleri neyleyim.

Yar yar!..Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yar yar
Canımın çekirdeğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var

***

Ve o şarkı…

Müzik, İzdüşüm içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | 4 Yorum

Bi Rüya

Hayatta yapmadığım iş gördüğüm bir rüyayı bir yerlere yazmak. Ama dün gece gördüğüm acayip rüyaları yazasım geldi. Sırf rüya da değil hani. Malum Ramazan ayındayız uykular bölük pörçük. Bir de Pazar günü gündüz uyuklamaları neticesinde ilk etaba dalış bir hayli gecikir. Elimde de Tutunamayanlar; Turgut’un Selim’i ruyasında gördüğü bölümü yeni okumuşumdur. Saat 01:00’e doğru uyuyabildim sanırım, ki bir saat sonra yeniden uyanıp çay falan demlemek üzere. Bu diyanet takvimi de bi garip gecenin köründe imsak yapıyoruz cümleten. Neyse rüya bu ya ben evdeyim ve  bi şekilde bayılıyorum ama bu bayılma olayı huymuş bende, kimseyi inandıramıyorum, hep numaradan bayıldığım için. Saat de gece yarısına yakın. Koca kişisi “he he tabi tabi bayıldın prrrttt” kabilinden cümleler kurup sesler çıkararak resmen dalga geçiyor. Ama üzerimde karabasan nevinden bi şeyler bir türlü adama cevap veremiyorum. Versem kafa göz dalacak kadar sinir oluyorum o ayrı mevzu. Ben tam baygınlık halinden ayılmak üzereyim ki birden kapı çalıyor. Bir panik halinde göz göze geliyoruz. Zira evi pislik götürüyor, sadece pis de değil her taraf her tarafta. Oyuncaklar mı dersiniz, tabak çanak mı dersiniz, zaten erkek kişisinin çoraplarının evin farklı köşelerini istila etmesi Allah’ın emri. Kapının deliğinden (buraya dürbün de diyenler var ama bence saçma ve komik, delik işte) bi bakıyorum, dayımlar ellerinde kocaman bir buket çiçek ile dikiliyorlar. Sanki kız istemeye gelinmiş kadar abartılı bir buket ile. Bu sırada erkek kişi üstüne başına bir şeyler giyip ortalıktaki dağınıklığı içerideki bir odaya tekmelemek suretiyle toparlama gayretinde. El mecbur açıyoruz kapıyı. Meğer bize yatıya gelmişler. Ben hemen az evvel bayıldığımı falan söyleyip dağınıklığa kılıf uydurmaya çalışıyorum ama nedense onlar da yemiyorlar. Dayım daha içeri geçmeden çok terlediğini ve bi atlet verip veremeyeceğimi soruyor. Suratımda yalandan bir misafire memnuniyet ifsdesi gülümsemesi ile yatak odasına doğru ilerliyorum. Ev sanki yeni taşınmışız gibi dağınık öyle böyle değil. Erkek kişisinin  çekmecesini açıp atlet aramaya girişiyorum. Bulamıyorum Allah bulamıyorum. Elimi neye atsam benim çamaşırlar çıkıyor kan ter içinde kalıyorum çekmecelere saldırmaktan. Sanki çizgi film sahnesindeymişim gibi elime ne gelirse oraya buraya savurup arıyorum, her yeri deşeliyorum. Derken tam o esnada acı acı bir zil daha çalıyor ama durmaksızın. Ağlayacağım nerdeyse, yine bir misafir daha geldiğini sanıyorum ama bir taraftan da dürtükleniyorum. Birden gözümü açıyorum şükür çay koyma saati gelmiş. Çalan zil de telefon alarmı. Elinde koca buket çiçekle kapı eşiğinde temiz çamaşır bekleyen dayı falan yok. Telefon alarmını kapatmak için elime alıyorum, gayr-ı ihtiyari Instagram’a giriyorum bak bak ihtiyari falan değil yani. Biri bir duvar yazısı paylaşmış. “Hisset, hisset!” ile biten. Çağrışımlar çağrışımlar… Bir demet yasemen hatta ruhumu sarıp karartan. Derken telefonu bırakıp gece vakti kahvaltı hazırlıyorum. Her gece olduğu gibi su içme işini abartıp sonraki evrede de uyuyamıyorum. Tekrar elim telefonda. O duvar yazısı resmi silmiş. Deli gibi başka hayatlar üzerine senaryolar oturtuyorum. Kendimden utanıyorum. Hucurat 12’yi açıyorum. “Tecessüs” kelimesine kafa yoruyorum. Pişman oluyorum düşüncelerimden. Yeniden uyuyorum. Bu kez çok afilli bir motosiklet üzerindeyim. Sağa donmek üzere ışıklarda duruyorum. Karşımdan bir polis yaklaşıyor bana doğru. “Sinyal verdim” diyorum; “bak yanıyor”. “E kask hani” diyor. “Yapma allasen başörtü üzerine kask iyi durmaz” diyorum sırıta sırıta kendime şaşarak. “Başörtü altına tak” diyor. İçimden içimden lahavle çekiyorum. “Hadi seni affederim ama bu bindiğin motorun kaç egzosu olduğunu bilirsen” diyor. Düşünüp uzun uzun 2 cevabını veriyorum, pis polis sapsarı dişlerini göstere göstere kahkaha atıyor. Hem çarpık hem sarı dişler. Dişleri olmasa yakışıklı sayılır ama iğrenç ağızlı diye içimden geçirirken telefonun alarmı bir kez daha çalıyor. Doğru cevabı verip vermediğimi öğrenemeden uyanıyorum.

İzdüşüm içinde yayınlandı | Yorum bırakın