Kitap Tanıtımı #32 Kırkıncı Kapı

 KIRKINCI KAPI

Yazar: İskender Pala

Tatilin en sevdiğim yanı, kitap okuyacak bol zaman olması. İskender Pala yine harika bir esere imzasını atmış. İsminden de anlaşılacağı gibi içerisinde kırk tane yazı var; “ilk söz niyetine” okuyucuya yazdığı mektup hariç. Divan edebiyatından minik kubleler bolca var kitabın içinde. Divan şiirini anlamaya çalışma gayretimi bir türlü anlamayan, gereksiz bulan bir eşe sahibim. 🙂 Oysa yazar daha ilk söz de bizden yani ki okuyucusundan övgüyle bahsetmiş. Ayrı bir kefeye koymuş kendi öz kültürümüzü merak edip anlama gayretinde olanları. O mektup öyle güzel kaleme alınmış ki, okurken şöyle de düşündüm. Bu mektup benim blog okuyucularıma hitaben de bloguma ekleyebileceğim bir yazı. Çünkü ben de blogumdaki yazıları okuyanları ayrı bir kefeye koyuyorum. Şimdi o ilk mektuptan biraz alıntı ekleyeyim, belki hak verirsiniz.

“Ey okuyucu;

Henüz her şey kafamın içindeyken, henüz kalem hokkaya bandırılmadan, yalnızca iyi niyetime sığınarak yazmaya başladığım kadim zamanlardan bu yana, seni hep uzaklarda bir diyarda ama yakınımda bir yerde tanıdım. Önceleri bana pek yaklaşmadın nedense, çekindin mi, cesaret mi edemedin, bilmiyorum… Yahut kaçtın mı benden sahiden? Seni tanımam öylesine zor oldu bu yüzden; senin sevdiğin üslûbu bulmak kadar zordu… Kimdin ve nasıl olup da benim dünyamın bir parçası olmuştun, bilmiyorum. Sana ulaşmamın çook uzun zaman alması, konularımın failatün failiün olmasından öte, bu uzaklıktandı sanırım.

Okuyucu;

Seni yakından tanımak için, beni yakından tanımanı çok istedim. Ölü kelebekler çağında, kendimi kuşatan samimiyetimi görmeni, bigâne bulutlara sardığım gülümsememin yürekten olduğunu bilirsen beni seversin diye düşündüm. Sana açtım yüreğimi ve açılmasını bekledim bütün yüreklerin…

……………..

……………..

(Mektubun devamı, aynı zamanda arka kapak);

Okuyucu;
Hiç ikiyüzlü olmadın bana karşı, değil mi? En azından öyle olduysan bile, bana hissettiremediğin için minnettarım sana. Fuzûlî’yi Bâkî’yi, Galib’i, Nedim’i yeniden gündemine aldığın, onlarla arandaki uzak mesafeleri kalemimin ucundan damlayan mürekkeplerle boyadığın ve kendi medeniyet birikimimizi yeniden keşfe çıktığın için pişman olduğunu hiç sanmıyorum.  Üstelik ey okuyucu, düşün hele, acaba gök kubbenin altında gül  ve bülbülle alışık, şiir ve aşkla barışık seninle benim gibi kaç bahtiyar kul vardır ve kaç insan bir hayatı bu kadar derinlikli yaşar?!.. Çevrene bir bak istersen, aşkı ve sevgiyi, şiiri ve şarkıyı,çiçeği ve böceği ıskalayıp da mutlu yaşayabilen kim var?! … Seninle ben ey okuyucu , seninle ben… Söyle Allah aşkına, ayrı mıyız?!..”

Kitaptaki bazı divan şiiri mısralarından da alıntı yapmak istiyorum şimdi, sırf unutmamak, ya da bir gün hatırlamak amacıyla…

“Ayıttı ol perî bir gün düşüne girüren bir şeb

Sevincimden nice yıllar geçipdür görmedim uyhu (Zatî)

Şöyle demek olur:

Günlerden birinde o peri gibi güzel olan sevgili “Bir gece rüyana gireceğim!” deyiverdi. Buna sevincimden yıllardır gözüme uyku girmiyor vesselâm. “

“”Fezâ-yı aşkı çün gördüm salâh-ı akldan dûrem

Beni rüsvâ görüp ayb etme ey nâsih ki ma’zûrem (Fuzulî- Leyla ile Mecnun’da Mecnun’a dedirtir)

Şöyle demektir ki; Aşkın fezasını gördüğüm andan itibaren aklın rahatlığından uzak düştüm Ey öğütler verip duran! Beni böylesine düşkün görüp ayıplama, çünkü özürlüyüm”

“Kâşkî sevdiğimi sevse kamu halkı cihân

İşimiz cümle heman kıssa-i cânân olsa (Taşlıcalı Yahya Bey)

Yani; keşke yaratılmış ne varsa hepsi benim sevdiğimi sevse de işimizin tamamı hemen sevgiliyi konuşmak, onun yaptıklarını söyleşmek olsa!”

Kitapta bulunan bölümlerden beni en çok etkileyen yazılardan biri de “Felluce’de Bir Serçe” isimli denemesiydi. Savaş ne kötü şey, hele ki çocukla savaşın bir araya konması insanın gözyaşlarını tutmasına engel oluyor. Aynı zamanda ben bu kitap tanıtımını yazdığımda tarihler 11 Temmuzu gösteriyordu, yani bu gün, Bosna Soykırımı: Ratko Mladiç komutasındaki Sırp ordusu, Bosna-Hersek’teki Srebrenitza Bölgesi’nde, toplamda yaklaşık 8.000 Boşnak’ın öldürüldüğü Srebrenitza Katliamı’na başladı. İskender Pala yazısında Irak savaşından bahsetse de savaş savaştır, çocuk çocuk ve serçe serçe… Ve işte o bölüm;

“Dekor:

Perdeleri yarı indirilmiş melal boyalı bir oda. Ortada bir kadın, köşede bir çocuk; yerde upuzun, sütbeyazı bir çarşaf… Çarşafın üstünde gittikçe genişleyen kanlı desenler ve altında boylu boyunca uzanmış, ayakuçları günün son ışığıyla gıdıklanan taze bir ölüm. Tebessüm dolu dudağının ucunda bir mutluluk, ve donuk yüzünde birdenbire gelen kutlu meleğin aydınlık sevinci. Zulmün ve zalim güllelerin arasından giriliveren bir hadika… Nefeslerden başka kımıldama yok odada. Uzaktan uzağa kurşun ve top sesleri bölüyor muhteşem sükûtu, ve bir de ölü saçların çığlığıyla çırpınan aynanın görüntüsü. Bu, koynuna doğduğu yurttan, sonsuz sılaya dönüvermesi ansızın bir yiğidin. Oğlunun başına dokunamadan ve belki kırkıncı mevlidi okunamadan; eşinin yüzüne doyunca bakamadan ve vatanının sevgisine bir çivi çakamadan… Hangi bahçelerde kaldığını bilmeden özlediği çiçeklerin; ve hangi kurşunla devrildiğini anlayamadan dilediği dileklerin… Bir dönüş vatana apansız… Göğsünde bir yara yalnızca ve şahadetinin mermisini İlahî çağrıya uçurup götüren bir can kuşu… Karşı dünyadan umut ve tebessümle bakıyor geride bıraktıklarına…

Olay:

Babalar ölür, saçlarına dolaşır çocukların hasret; ve dillerine anaların… Kuşlar havalanır uzaklardan; ikindi kısmetlerini aramaya… Duadayken elleri ananın, hasretini aramak üzere süzüldü kapıdan çocuk… Ellerinde tane tane bulgurlar ve yüreğinde bulgur bulgur umutlar. Dağlardan kentin üstüne bir serçe, ve ölümlü odadan sokağa bir çocuk… Caddelere serpilmiş umutların peşinde iki yanlı bir koşu kan tere batmışçasına, durmadan dinlenmeden ve dinlenmeden durmadan… Yüz yüze kanatlar ve adımlar… Birbirine umutlar ve hüzünler… Ve kaderleri kilitlenerek hızla çarpan minicik yürekler… Savaş kentinin sokaklarında gündelik çırpınmaları yöneten acıların doyumsuz yoldaşlığına doğru iki can. Köşe başlarında toprağa uzanmış yığın yığın gölgelerin üstünden; kimliksiz ölüleri başında nereye ve kime gideceğini şaşırmış atların kıyısından, ve düşürüldü mü gelişleri gidiş eyleyen zalim tetiklerin arasından, bir daha görünmeyecek olan görüntülerin içinden, ve bütün güzellikleri geride bırakarak donup kalan güneşin altından lirik bir mısra gibi, içli bir rüya gibi ve hüzzam bir şarkı gibi birbirine… Neden sonra düğümlendi kanatlar ve adımlar bulgur tanelerinde… Dışarıdaki ölüler, ve içerideki ölüler arasında… (Ya dışımızdaki ölüler; ya içimizdeki ölüler arasında!?..) Masum yüzlü delikanlılar, umut sözlü kızlar… Bir merminin, ya şarapnellerin kurbanları… Caddelere korku ve dehşet, evlere şiddet ve vahşet olarak akan istilanın damıtılmış acıları… Pencerede yanan son karanfil dalı ve dehşetle gözünü göğe çeviren toprak şiddetli bir sesle dağılıp büyük bir alevle yandı… Bir gülleydi, bir çığlık, bir ölüm oldu. Anaların, kardeşlerin, arkadaşların ve arkadaşlıkların ölümü; insanın ve insanlığın ölümü!.. Ve de bir serçenin… Ve de bir çocuğun…

Düğüm:

Sen ey!.. Kuş seslerine gömülesi çocuk!.. Parmaksız avucuna düşen serçenin en hafif teleği adına; pas tutsun inşallah zulümler ve öfkeler artık, inşallah pas tutsun namlular ve tetikler. Ayak ucuna gurubu, başucuna şafağı dikelim biz senin. Sen ey!.. Mor ikindilere verilesi serçe!.. Küçücük dilinin üstünde bekleyen son bulgur tanesi adına; artık vakitsiz solmasın tomurcuklar, ve kurşunların yerinde papatyalar açsın. Siz ey, gelinlerin ölüleri, ve âşıkların, ve anaların, ve kardeşlerin ölüleri… Bir vatanın ölüleri… İnşallah sizden sonra kazılacak ilk mezar, mezarcının mezarı olsun ve inşallah dünyada zalimlere arka çıkan bütün anneler, bebeklerinin gözlerine kapanırken, dünya kapansın gözbebeklerine. Sonuç:

Gülüm!.. Bugün bir oyun daha bitti… Perde indi, çığlıklar, gürültüler, ağıtlar kaldı geriye… Yarın, melekler yeniden gelecek ölen çocukların üstüne örtülecek atlasın kalıbını almak için; ve serçeler yeniden konacak şefkatli avuçlarına çocukların… Sen dur demezsen eğer, kim bilir, ne zaman, hangi baharda bitecek çocuğun üstünde güller; kim bilir, ne zaman, hangi nisanda yağacak toprağına yağmurlar!.. Gülüm!.. Sahi, yalnızca sessiz harflerle konuştukları için mi duyuramazlar seslerini bize ölüler? Yoksa kurşunlar, kalplerimizi de kulaklarımız gibi sağır ettiği için mi işitmeyiz onları!?.. Bir an gülüm, yalnızca bir an, evinde şefkatle başını okşadığın çocuğu, dağlardan gelen serçeyle birlikte güllelerin arasında, kanlar içinde düşün… Peki de, zalimlerin ürünlerini boykot etmek de mi gelmez elinden?!..”

Neticede tadı damağımda kalan yazılarından oluşan bir kitaptı İskender Pala’nın. Okurken hep şöyle düşündüm, bir gün tanışabilsem keşke kendisiyle…

About zehrasunay

1979 doğumlu, evli ve iki kız ve bir erkek çocuğu annesi, Niğde-Bor'da yaşayan bir bilgisayar öğretmeni.
Bu yazı Okudukça içinde yayınlandı ve , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Siz de bir şeyler yazmaz mısınız?